SAVAŞIN KAÇ YÜZÜ VAR
Asker, kolunu sıyırıp geçen kurşunun verdiği korku, şaşkınlık ve acının ardından, soluklandığı siperde kanayan yerini bastırıp arkadaşlarını beklerken, içindeki yangını söndürürcesine bir matara suyu bitirdi. Boynuna asılı cüzdanını çıkardı, açtı, şeffaf bölmedeki fotoğraflarda gezdirdi kan değmiş parmaklarını. İki yıl önce evlendiği karısı, kucağında parmağını emerek gülümseyen oğlu… Aylardır görmüyordu onları… Oğlunun saçlarını koklayamıyordu. Karısına sarılamıyordu… Savaşın içinde, sokaklarda, orada burada kadınlar, çocuklara rastlıyordu. Çaresiz, yorgun, korkarak bakan… Daha geçen akşam hedefi şaşırıp bir hastaneye düşen bombanın parça parça ettiği çocuk ve kadın bedenlerini düşündü sonra…
Kadın, bombardıman sirenlerini duyunca çocuklardan biri kucağında, diğeri elinde koşturmaya başladı. Karanlıkta önünü zor görüyordu. Sığınağın merdivenlerinden inip, yerlerde oturan, yarı uzanan, insanların içinden geçti. Uygun bir yer bulunca sırtındaki paltoyu çıkardı, yere serdi. Büyük olanı oturttu. Küçüğü kucağında uyuya kalmıştı. Onu da yavaşça yatırdı. Üstüne hırkasını örttü. Havanın ayazına rağmen, sırtından ter boşalmıştı. Biraz nefeslenince sığınaktaki insan kalabalığının uğultusunu daha çok duymaya başladı. Burnuna gelen yanık et, ter, kan, idrar kokularına, toz dumana aldırmadan derin bir nefes çekti içine. Kocasını düşündü. Savaş başladığında belli bir yaşın üstündeki tüm erkekler gibi orduya katılmıştı. Ancak uygun olduğu anlarda sesini duyabiliyordu, o da sadece “nasılsınız iyi misiniz?” den öteye geçmiyordu…
Anne-babasını, kardeşlerini, akrabalarını düşündü sonra…
Hepsi bir yerlerde kalmıştı. Herkes kendi derdine düşmüştü. Can tatlıydı, pek tatlıydı. Yaşamak güzeldi. Huzurla nefes almak, uyumak…
Savaşta anne olmak zordu. Ciğer yangısıydı…
Kadın, uyuyan çocuğunun üstünü pekiştirirken, o gün karınlarını doyuracak ekmeği, içecekleri suyu nasıl bulacaklarını düşünüyordu bir yandan. Dışarıyı dinledi. Bombardıman durmuş muydu acaba? “Çocukları birine emanet etsem de biraz yiyecek aransam” diye iç geçirdi…
Çocuk, sokakta ilerleyen tankları ve silahlı askerleri görünce, kendi kurşun askerleri, oyuncak tankları aklına geldi. Çok seviyordu onları. Her fırsatta kutusundan çıkartıyordu. İki gruba ayırıyordu. Bir tarafta biraz asker ve tank, öbür tarafta diğerleri… Ortaya bilyelerini diziyordu. Sonra savaştırıyordu onları. Kendince bomba, silah ve insan sesleri çıkarıyordu. Vurulan askerleri yere düşürüyordu… Önünden sıra sıra tank ve askerler geçerken kurduğu düşün içinde oyuna dalmıştı. Tam o sırada bir asker ona ve sokakta bekleşenlere anlamadığı bir dilde bağırmaya başladı. Boşta kalan eliyle öyle bir itti ki çocuk yerde buldu kendini. Dizi, kolu betona değince sıyrılmıştı, kanıyordu. Acı ve korku içinde doğrulmaya çalışırken, parmağıyla kanına dokundu, baktı kaldı. Oyunundaki askerlerden hiç kan akmıyordu halbuki, ölseler de sadece öyle yatıyorlardı yerde.
Sonra annesine gitmek istedi, yarasını göstermek… Ağlamak istiyordu, sesini içine bastırdı. Kargaşanın ortasında arandı kendini sarmalayacak kucağı…
Ağzında oradan oraya defne yaprağıyla barış taşımakta olan güvercin, bir su başında soluklanıp, bembeyaz kanatlarını boyayan kanları yıkarken “Yoruldum artık” diye dertlendi. “Yoruldum savaşların içinde barışa simge olmaktan.” “Şu güzelim mavilik, şu cennet dünyada barışın adı niçin kana bulanır durur bilmem ben. Aklım ermez bu insanın işine.” “Ben sadece özgürlük der dururum, barışa doğru uçarım her daim.”
Gökyüzünden parlayıp, yeryüzünü ışığa boyayan güneş, gecenin bekçisi ay, aşağılara bakar durur da anlamazlar verdikleri aydınlığı karanlık ve kanla kaplamaya hevesli insanlığı… Her gün yeniden, en taze halleriyle doğarken, “İşte bugün insanlar gülecek ve barışacak birbirleriyle” diye dilek tutarlar el ele.
Toprak, üstünde patlayan bombaları, göğü delip geçen çığlıkları, durmaksızın akan kanları gördükçe, biraz daha ufalanıyordu kendi kendine. “Bu kaçıncı diyordu.”
“Dünya kurulalı beri kaçıncı savaş? Daha doymayacak mısın ey insan? Sen can yakmaya gelmedin ki bu yeryüzüne. Gülmek yakışır acı yerine o güzel yüzüne. Uğrunda savaştığın şey zaten alacak seni. Ne yaparsan yap, öldüğünde kendi bedenin kadar bir yerin var bu dünyada. Nedir bu hırs, bu acımasızlık?”
“Nedir bu alıp veremediğiniz birbirinizle?”
Bu satırların yazarı, yanı başında başlayan ve sürüp giden savaşın görüntülerini üzülerek izledi. Daha önce de ekranlardan türlü savaşlara şahit olmuştu. Kendisi de büyük bir Kurtuluş Savaşının içinden geçen ülkenin evladıydı. Çanakkale’de savaşıp gazi olmuş dedenin torunuydu. Ekrandan ne kadarı doğru ve tam gösteriliyorsa artık, savaşın insanın içine acı salan yüzünü izliyordu. Çaresiz insanları, anaları, babaları, çoğu ne için savaştığını bilmeyen askerleri; düşen bombaların sesini, ışığını, kanlı, yaralı, ölmüş insan vücutlarını…
Göç yollarında sersefil kalanları, yersiz yurtsuz oraya buraya savrulanları… Tüm bunları, bir parça daha toprak almak, para yığmak, hırs, ihtiras, acımasızlıkla tasarlayan, yöneten kirli yürekleri. Yiten yaşamları, ülkeleri… Işıltılı pırıl pırıl caddelerin, binaların, kül yığınlarına dönüşmesini izliyordu. “Elimden ne gelir acaba?” diye düşünüyordu bir yandan. Ve yazmak istedi…
Kalem kılıçtan keskindir ümidiyle…
Bir gün sadece barışı yazacağı hayaliyle, oturup bu cümleleri kurdu…
After the fear, confusion and pain of the bullet that grazed his arm, the soldier drank a canteen of water as if to extinguish the fire inside him, while waiting for his friends in the trench where he took a breath. He took out his wallet hanging around his neck, opened it, and ran his bloodstained fingers through the photographs in the transparent compartment.
His wife, whom he married two years ago, his son in his lap, smiling and sucking his finger…
He hadn’t seen them for months… He couldn’t smell his son’s hair. He couldn’t hug his wife…
In the war, on the streets, here and there, he came across women and children. Looking helpless, tired, scared… Then he thought of the bodies of children and women blown to pieces by a bomb that missed its target and fell on a hospital just last night…
When she heard the bombardment sirens, she started running, one child in her arms, the other in her hands. She could hardly see in the dark. She went down the stairs of the shelter and passed people sitting on the floor, half lying down. When he found a suitable place, he took the coat off his back and laid it on the ground. He sat the older one down. The little one had fallen asleep on his lap. He gently laid him down too. He covered him with his sweater. Despite the chill in the air, sweat poured down his back. The more he breathed, the more he heard the hum of the crowd of people in the shelter. He inhaled a deep breath, ignoring the smell of burnt flesh, sweat, blood, urine, dust and smoke.
She thought of her husband. He had joined the army when the war started, like all men over a certain age. She could only hear his voice when it was appropriate, and that was only “how are you doing?”… Then he thought of his parents, siblings, relatives… They all stayed somewhere.
Everyone was left to their own devices. Life was sweet, very sweet. It was good to live. To breathe peacefully, to sleep…
Being a mother in war was hard. It was a lung fire
As the woman was tucking in her sleeping child, she was thinking about how they would find bread to eat and water to drink that day. She listened outside. Had the bombardment stopped? “I should leave the children in someone’s care and look for some food,” she sighed…
When the boy saw tanks and armed soldiers marching down the street, he thought of his own lead soldiers, his toy tanks. He loved them very much. He took them out of the box every chance he got. He divided them into two groups. Some soldiers and tanks on one side, others on the other…
He put marbles in the center. Then he made them fight. He made his own sounds of bombs, guns and people. He made the soldiers who were shot fall to the ground…
As rows of tanks and soldiers passed in front of him, he was immersed in his daydream. Just then, a soldier started shouting at him and others waiting in the street in a language he did not understand. With his free hand he pushed so hard that the boy found himself on the ground. His knee, his arm was scraped against the concrete and was bleeding. As he tried to sit up in pain and fear, he touched the blood with his finger and looked at it. The soldiers in his play didn’t bleed at all, even if they died, they just lay there. Then he wanted to go to his mother, to show her his wound… She wanted to cry, she suppressed her voice. In the midst of the chaos, she searched for a hug to embrace herself…
“I’m tired,” the dove, carrying a laurel leaf in its mouth and carrying peace from place to place, lingered by a watering hole, washing off the blood that stained its white wings.
“I am tired of being a symbol of peace in the midst of wars.”
“I don’t know why the name of peace in this beautiful blue, this paradise world keeps getting soaked in blood. I can’t understand this human being.”
“I only say freedom, I always fly towards peace.”
The sun, which shines from the sky and paints the earth in light, and the moon, the guardian of the night, keep looking down, but they do not understand the humanity that is eager to cover the light they give with darkness and blood… As each day dawns anew, in its freshest form, they make a wish hand in hand: “Today people will laugh and make peace with each other”.
The earth crumbled a little more as it saw the bombs exploding above it, the screams piercing the sky, the blood flowing incessantly.
“How many times has this happened?”
“How many wars since the world began? Will you not be satiated yet, O human being? You didn’t come to this earth to hurt. Laughter suits your beautiful face instead of pain. What you fight for will take you anyway. No matter what you do, when you die you have a place in this world as big as your own body. What is this greed, this cruelty?”
“What is it that you have against each other?”
The author of these lines watched with sadness the images of the war that started and continued right next to him. He had witnessed various wars on the screens before. He was a son of a country that had gone through a great War of Independence. He was the grandson of a grandfather who fought in Çanakkale and became a veteran. He was watching the painful face of war, no matter how much of it was shown accurately and completely on the screen. Desperate people, mothers, fathers, soldiers, most of whom do not know what they are fighting for; the sound and light of falling bombs, bloody, wounded, dead human bodies… Those left destitute on the migration routes, scattered here and there without a home… The dirty hearts that designed and managed all this with greed, ambition, ruthlessness, to get another piece of land, to pile up money.
The lives lost, the countries…
He watched the sparkling streets and buildings turn into piles of ashes. “What can I do?” he thought. And he wanted to write… In the hope that the pen is sharper than the sword… He sat down to write these sentences with the dream that one day he would only write about peace…
DİLEK TUNA MEMİŞOĞLU
İnstagram: @diletuna
Twitter: dile_tuna